YERLİ MALI HAFTASI'NI HATIRLAYAN VAR MI?

YERLİ MALI HAFTASI'NI HATIRLAYAN VAR MI?

İçinde bulunduğumuz 12-18 Aralık günlerini içeren hafta Yerli Malı Haftası olarak kutlanıyor. Belki de kutlanıyordu demem lazımdı. Çocukluğumuzun vazgeçilmez hatta unutulmaz günleri olan bu hafta artık maalesef nostaljiden öteye geçemiyor. Özellikle ilkokul çağlarında her ne kadar evlerden yemek taşıma seferberliğine dönüşse de sonuç itibariyle yerli malına yapılan atıf çocuk dünyamızda önemli ve kalıcı etkiler bırakırdı.

O dönemlerde “dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden birisi” olmamızdan dolayı ayrı bir mutluluk duyardık. Artık bu vurguyu hiç duymaz olduk. Şimdi marketlerde yerli malı logolarıyla satılan temel gıda maddeleri bile haritada yerini bulmakta zorlandığımız ülkelerden geliyor. Küresel sisteme entegre olmak adına uygulanan yanlış sosyal ve ekonomik programların bu toprakların ruhuna aykırı olarak kurgulanmasının acı sonuçlarıyla maalesef yüzleşmek durumunda kalıyoruz.

Avrupa Birliği üyesi olacağız diye tarımda çalışan kişi oranını düşürme hedefiyle şekere, tütüne, fındığa kotalar koyarak gafletin dik âlâsını yapan bu iktidar, şimdi dövize olan ihtiyacı karşılamak için el yordamıyla ihracat üzerinden bir şeyler yapmaya çalışıyor. Faizden kurtarmaya çalıştığını iddia ettiği halkı, faizden hiç de aşağı kalır yanı olmayan dövizin insafsızlığına terk ettiğini anlamak istemiyor.

Diğer taraftan tarımdan, üretimden soğutulan insanların büyük şehirlere istif edilmesinin ardından, bir türlü düşürülemeyen işsizlik oranları artık kalıcı bir sorun haline geldi. İşsizlik kronik bir hâl almışken, Türkiye’de tarım alanlarının 20 yılda yüzde 15 küçülmesi ve tarımın milli gelir içindeki payının istikrarlı(!) bir şekilde düşmesi de bir türlü uyanmamıza yeterli olmuyor.

Hep verdiğimiz örnek aslında acı bir gerçeği yüzümüze sürekli vurdu ancak bir türlü akılları başlara getirmeye yetmedi. Bilindiği gibi Türkiye ile Almanya’nın ortalama nüfusları 85 milyondur. Almanya’nın en kalabalık şehri Berlin’in nüfusu ortalama 4 milyonken, Türkiye’nin en kalabalık şehri İstanbul’un nüfusunun resmî olarak 16 milyon, gayri resmî olarak 20 milyon olması, iki ülke arasındaki ekonomik hayatın planlamasındaki uçurumu gözler önüne sermiyor mu? Neden hâlâ şu bizi kıskanıyor, bu bizi kıskanıyor söylemleriyle kendimizi avutma yoluna gidiyoruz?

Eğer bugün tarım gibi milli güvenlik sorunu haline dönüşmüş bir alanda sıkışmışlık ve bıkkınlık varsa, çiftçi ürettikçe zarar ediyorsa, fırsatını bulan tarlasına, ahırına arkasını dönüp oradan uzaklaşıyorsa, bu duruma pazarın kendi koşullarının sonuçları diyerek hâlâ kendimizi kandırmaya devam edecek miyiz?

Biz ne ara “dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biriyiz” diye övünürken, temel gıda maddelerinde bile ithalata bu kadar bağımlı hale geldik sorusuna cevap aramayacak mıyız? Bu sorunun yanıtını samimiyetle bulamadığımız müddetçe, döviz-enflasyon-faiz sarmalı arasında ezilen toplumu nasıl olacak da bu kısır döngüden çekip çıkarabileceğiz? Finans kapitalizminin araçlarıyla bu girdaptan çıkabileceğimize inanmaya devam etmek sorunun asıl kaynağı değil mi?

Sonuç olarak bu yazı vesilesiyle iktidar yetkililerine bir kere daha seslenmek isterim. Milletin yoksullaşmasının sebeplerini arıyorsanız önce sağlam bir özeleştiri yapınız ve aynaya bakınız. “Bunca yıldır iktidardayız. Neden ekonominin yapısal sorunlarına çözüm yollarını bulamadık?” sorusuna cevaplar arayınız.

Bir de yeri gelmişken şunu ifade edeyim; Hz. Peygamber, “Fakirlik küfre yakındır” buyurmuş. Ne olur milletin açlığına, yoksunluğuna ilahi bir boyut yükleyerek sorumluluğunuzu hafifletmeye çalışmayınız. Yanlış idari kararlarınızla oluşan yoksullukla birlikte insanları isyan ettirip bir de bu vebali üstlenmeyiniz.

Mustafa KAYA