<div>SURİYE'DE ÇÖZÜMÜN AYAK SESLERİ Mİ?</div> <div>Geçtiğimiz Perşembe günü Türkiye gazetesinde Yılmaz Bilgen imzasıyla “ Suriye ile yeniden: PKK temizlenecek, mülteciler evine dönecek” başlıklı bir haber yayımlandı. Türkiye’nin “güvenlik kaynaklarına” dayandırılan haberde önemli ve ilginç detaylar vardı. Ne Dışişleri Bakanlığı, ne de Milli Savunma Bakanlığı’ndan henüz bir yalanlama da gelmedi. O zaman konu kamuoyu tarafından tartışılmalı ve en azından siyasi ve akademik çevreler kanaatlerini dile getirerek çözüme katkı sunmaya gayret etmeliler diye düşünüyorum. Suriye konusunda onlarca yazı kaleme almış birisi olarak da bu haber çerçevesinde birkaç konu hakkında kanaatlerimi aktarmak isterim.</div> <div>Malum olduğu üzere özellikle Rusya ve İran ile birlikte yürütülen Soçi ve Astana süreçlerinin ardından, Türkiye-Suriye istihbarat birimlerinin sık sık görüştüğü biliniyordu. Bu haber standart görüşme trafiğinin ötesinde, sorunun çözümüne dönük yol haritasının en azından taslak olarak ortaya çıktığını göstermiş oldu. Taslak diyorum çünkü bazı önemli başlıklar var ki, eğer bunlara doğru yanıtlar bulunamazsa, ya çözümü büyük oranda imkânsız kılabilir, ya da bu hedefleri köklü revizyonlara maruz bırakabilirler.</div> <div>Peki, ne vardı bu haberin detaylarında?</div> <div>En başta haberde Suriye Devlet Başkanı’ndan “Esed” değil, “Esad” olarak bahsediliyordu. Bu durum hem gazetenin bu zamana kadar kullandığı dilin, hem de güvenlik kaynaklarının dilinin değiştiğini göstermesi açısından önemliydi. Askeri ve istihbarat yetkililerinin “aracı ülkelerin” girişimiyle Ürdün-Akabe’de bir araya geldikleri bilgisi paylaşılırken, bu aracıların kimler olduğu konusunda detay verilmemişti. Türkiye’nin önceliğinin Halep’in yeniden imarı ve bu doğrultuda sığınmacıların geri dönüşü olduğu ifade ediliyordu. Daha önce 6 milyon insanın yaşadığı, şimdi ise açlık ve sefaletle boğuşan nüfusun 700 binlere kadar indiği vurgusu vardı. Türkiye’nin şartlarının, “PKK’ya karşı müşterek operasyon, Halep’in imarı, mültecilerin yeniden dönüşü, Haseke-Kamışlı ve Lazkiye-Kesep kapılarının açılması ve Ortadoğu’nun en büyük sanayi merkezi olan Halep Organize Sanayi Bölgesi’nin (OSB) işler hâle getirilmesi” olduğu dile getirilmişti. Halep’in yeniden imarı için de Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) adres gösterilmişti. Halep imar edilirse en az 2 buçuk 3 milyon Suriyelinin geri dönebileceğine dair ifadeler öne çıkarılmıştı.</div> <div>Şimdi bu önemli haber üzerinden endişesini duyduğumuz bazı soruları dile getirmeye çalışalım.</div> <div>Suriye’nin “Adana Protokolü” çerçevesinde genel hatları itibariyle olumlu yaklaştığı bu taleplere, hâlihazırda Suriye’de etkin olan diğer güçlerin nasıl yaklaşacağı sorusu başlı başına önem arz ediyor. Başta Amerika ve Rusya’nın bu çözüm önerilerine ne tepki verecekleri sürecin devamı için maalesef belirleyici konuma geldi.</div> <div>Detaylara girince ilk önce haberde daha çok PKK vurgusu yapıldığını görebiliyorsunuz. PYD ve YPG’nin çatı kuruluşu olan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile ilgili bir detaya girilmemiş. Bunun gerekçesi Amerika Birleşik Devletleri ( ABD) ile SDG arasındaki ilişki bilindiği için ABD’yi doğrudan karşıya almamak mıdır, yoksa SDG üzerinden PKK ve PYD’yi ayrıştırmak mıdır, bunu ancak zamanla anlayabileceğiz.</div> <div>Bu yaklaşım “Yeni Suriye’de” SDG’yi özerk anayasanın bir muhatabı yapma girişimi midir, henüz bilmiyoruz. Çünkü BAE, Suudi Arabistan ve Katar’ın ABD’nin onay vermediği bir yol haritasını uygulamaya koyma olasılıkları hele de bu ortamda yok denecek kadar azdır. Başkan Joe Biden’ın onayladığı 768 milyar dolarlık savunma bütçesinde de resmen ilan edildiği gibi bütçeden pay alan SDG’ye olası bir müdahaleye ABD’nin nasıl yaklaşacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Türkiye’nin ABD ile yaşadığı sıkıntılar da dikkate alınırsa, Türkiye’nin Suriye’de Amerika’nın planlarına karşı nasıl tavır alacağı da bu noktada merak konusudur.</div> <div>Diğer taraftan bütün bu başlıklar konusunda genel hatları itibariyle en azından sessiz kalan Suriye’nin şartı ise, “Fırat’ın doğusuna yönelik operasyonun daha sonra İdlib’de de devam ettirilmesi” imiş. İşte bu talep de çetrefilli ve tehlikeli bir sürecin habercisi olabilir. Neden? Çünkü İdlib şu anda Türkiye için en yakın sosyal ve güvenlik tehdidi olarak orta yerde durmaktadır. Olası bir operasyonda İdlib’in yönetimini elinde bulunduran grupların nasıl hareket edecekleri ve nasıl tepki vereceklerini kestirmek çok kolay değildir. ABD İdlib’deki statükonun devam etmesini özellikle istiyor ve Fırat’ın doğusundaki gelişmeleri perdelemesini hedefliyordu. Ayrıca Soçi ve Astana mutabakatlarında İdlib’deki grupların oradan çıkarılmasını Türkiye üstlenmişti. Bu gruplar herhangi bir garanti almadan, bölgeyi terk edecekler mi? Edeceklerse nereye gidecekler? Varsa istedikleri garantilerin sadece can güvenliklerinin temini olmayacağı açıktır. Bu durumda İdlib’de yaşayan 3 milyona yakın insanın gelişmelerden nasıl etkileneceğine dair çalışmalar yapıldı mı? Ayrıca İran’ın zor şartlar öne sürdüğü ifade edildiğine göre bu şartlar dikkate alınabilecek mi? Irak seçimlerinde ortaya çıkan sonuçlarla birlikte, İran’a karşı alttan alta bir tepki oluştuğuna dair iddialar biliniyor.</div> <div>Bu durumu bilen İran’ın aynı zamanda Suriye’deki pozisyon değişikliğine yaklaşımı ne olacaktır?</div> <div>Sonuç itibariyle Türkiye ve Suriye’nin her şeye rağmen sonuç almayı hedefleyen böylesine görüşmeler içinde olması önemlidir. Bu sorun çözüme kavuşturulsa da en başta Suriye, ikinci olarak da Türkiye üzerinde önemli etkiler, tortular bırakacaktır. İktidar maalesef tarihi ve bölgesel tecrübelerden istifade etmek yerine, bireysel tepki ve yaklaşımlarla bir süreç yürüttüğü için bugün Suriye konusu çok bilinmeyenli bir denkleme dönüşmüştür.</div> <div>İki ülkenin girişimleri elbette önemlidir. Bölgedeki diğer aktörlere ise maliyet hesabı yaptıracak bir süreç işletilmelidir. Çıkar çatışmasının kendilerine verebileceği zararlar ortaya konulmalıdır. Böylece anlamsız rüyalar görmelerinin önüne geçilebilir ve Suriye’de çözüm umudu doğabilir.</div> <div>Mustafa KAYA</div>