Halkımızın zihninde yer eden sömürge ve küresel faiz lobisi denince akla ilk gelen şüphesiz Uluslararası Para Fonu nam-ı diğer IMF'dir. Türkiye ve IMF arasındaki ilişki yarım asırlık bir zamandan fazla bir geçmişe sahiptir. Türkiye ne zaman ekonomik bir krize girse, bu yüzden dış kaynağa ihtiyaç duysa genelde IMF'nin kapısını çalmıştır. IMF de Türkiye'nin zor durumda olduğunu bildiği için vereceği kaynağın geri dönüşünü garanti altına almak adına, hükümetlere yöntemler dayatmış, her türlü ekonomik kararın bir parçası olmuş ve adeta Osmanlı’nın bitişinin ilanı anlamını taşıyan Düyun-i Umumiye gibi davranmıştır. Türkiye'nin bütçe açığını kapatmak için IMF’nin belirlediği koşullar kapsamında Cumhuriyet’in en önemli kazanımları olan kamu malları özelleştirilmiş, işçi, emekli ve memurlar alın terlerinin karşılığını almak bir yana daha da fakirleşmiştir. Piyasaya göre daha düşük faizle kaynak kullandıran IMF, bu avantajını(!) ülkelerin iç işlerine müdahale etme şartına bağlamıştır. Yıllarca Türkiye-IMF ilişkileri bu şekilde devam ederken sabırları taşıran, küresel faiz lobisinin en çirkin yüzünü ortaya koyan bir gelişme 21. yüzyılın tam da başında yaşanmıştı. 2001 yılında daha önce yaşanan depremde yetersiz kalarak kamuoyu nezdinde desteği zayıflamış ve icraatlarından daha çok rahmetli Başbakan Bülent Ecevit'in sağlık sorunları ile gündeme gelen ANASOL-M iktidarı en büyük sınavını daha vermemişti. 19 Şubat 2001'de Milli Güvenlik Kurulu'nda Başbakan Bülent Ecevit ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer arasında çıkan tartışmada Sezer'in masadaki Anayasa kitapçığını Ecevit'in (bir diğer iddiaya göre Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan'ın) önüne fırlatmasıyla her şey altüst olmuştu. Çankaya ve hükümet arasında baş gösteren kriz doğrudan kırılgan ekonomiye yansımış ve meşhur 2001 krizi patlak vermişti. Kriz sonrası borsa çöktü. Faizler %3000'e fırladı. Türk Lirası aşırı değer kaybetti. Binlerce işyeri kapandı. İşte Türkiye bu durumdayken aniden kimin tavsiyesi ve nereden geldiği belli olmayan bir teklifle, Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş Türkiye'ye davet edildi ve ekonominin başına geçirildi. Ve Derviş kendi tabiriyle "şok tedavi" sürecini başlattı. IMF ile başlayan bu süreç insanlarımız için çok kötü bir sürpriz oldu. Kamu harcamaları azaltılarak yine ilk darbe işçi, memur ve emekliye vuruldu. Tarıma destek minimuma indi. Yeni bir özelleştirme furyası başladı. Ekilebilen arazilerin oranı gittikçe azaldı. Şekere, tütüne, fındığa kotalar uygulandı. Üst kurullar eliyle milletin yıllar içinde ayağa diktiği değerleri başka odakların idaresine devredildi. Türkiye kendi kendine yeten bir ülke konumundan dışa daha da bağımlı bir ülke haline geldi. Şu noktayı da hatırlamakta fayda var; bazen Derviş-Fischer Modeli sanki Sayın Derviş 2002 yılında görevden ayrılmasının ardından sona erdi gibi algılanır. Bu doğru değildir. Bu model büyük ölçüde AK Parti'nin özellikle birinci döneminde güçlü bir şekilde uygulanmıştır. Özellikle özelleştirmelerden taviz verilmemiştir. Yani yukarıda ifade etmeye çalıştığımız yanlış kararların oluşturduğu model, AK Parti iktidarının da sahip çıktığı bir model olmuştur. Öyle ki Kemal Derviş CNN TÜRK’te Ahmet Hakan’a verdiği bir röportajda AK Parti’ye övgüyle atıf yapmış ve kendi ekonomik programına iktidarın verdiği desteği özellikle vurgulamıştır. İşte bütün bu gerekçelerle Türkiye'de tarımı hedef alan, yerli üretimi düşüren, çalışan ve emekli kesiminin mütevazı maaşına bile göz diken IMF, hem Türkiye’de hem de gelişmekte olan Arjantin gibi ülkelerde hep negatif bir konuma sahip olmuştur. Ne gariptir ki yıllarca IMF'nin programını uygulayan iktidar, sonra IMF'den "kurtulacağız" propagandasına sarılmış ve IMF'ye olan borç ödendikten sonra da yıllarca bu propagandayı "ülkeyi IMF'den kurtardık" şeklinde devam ettirmiştir. Evet, gerçekten de iktidar IMF'ye olan borcumuzu bitirdi. Ancak bu durum Türkiye’nin dış borcunun bittiği anlamına hiçbir zaman gelmedi. İktidarın propagandası “IMF gitti, borç bitti” şeklinde olsa da Türkiye’nin borcu devam eden yıllarda daha da arttı. Faiz lobilerine olan borcumuz hep üzerine koydu. Bu lobiler hiçbir zaman kaybetmedi. Bugün ülkemizin dış borcu 500 milyar dolara yaklaştı. 11 trilyon 89 milyar TL olan 2024 bütçesinde, 2 trilyon 650 milyar yeni borçlarla kapatılması düşünülen açık varken, yine aynı bütçe içinden 1 trilyon 254 milyar TL’nin faize ayrılmış olması ekonomide gelinen durumun hangi boyutlarda olduğunu gösterir niteliktedir. Bir önceki Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati, mevcut Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, yine mevcut Bakan Mehmet Şimşek Londra’ya yaptıkları ziyaretlerde hep yeni kaynak arayışları içine girdiler. Bu görüşmelerini çok süslü sözlerle sosyal medya hesaplarına taşıdılar. Öyle ki bulunabilen yeni borçların oranı dolar bazında yüzde 7-8’ler, 9’lar olduğuna dair bilgiler kamuoyunda sıkça konuşuldu. Bu aslında şu demek oluyordu; Osmanlı Devleti yüzde 5’ler ile borçlanmış ve sonunda Düyun-u Umumiye’ye evet demek zorunda kalmıştı. Malum olduğu üzere de bu durum devletin sonu olmuştu. Mevcut iktidar ise günü kurtarmak adına bu oranın çok üstünde faiz oranlarıyla dış kaynak arayışlarını hâlâ sürdürüyor. Ve bugünlerde Hazine ve Maliye Bakanı Sayın Şimşek, yeni bir "müjde" daha açıkladı. Bu müjde, "Dünya Bankası Türkiye'ye 5 yıllık bir süre içerisinde 18 milyar dolar para verecek" şeklinde ilan edildi. Aslında Sayın Bakan bu açıklamayla iki önemli noktaya dikkat çektiğini düşünüyor. Birincisi küresel finans merkezlerine "bakınız güvenilir olmasak Dünya Bankası bize para vermez" derken, iç piyasaya ise "sıcak para geliyor" denilerek içerde gerilen ipleri gevşetmeyi hedefliyor. Yani Türkiye bir kere daha kısır bir döngüye girmiş durumda. 2000’lerin başında Kemal Derviş eliyle IMF'den borç alan hükümetten, bugün Sayın Şimşek eliyle Dünya Bankası'ndan biraz daha esnek şartlarla para bulduğumuz bir iktidar dönemine geçiş yapmış durumdayız. Üstelik Dünya Bankası IMF'den çok da farklı bir kuruluş değil: IMF bütçe açığına, kamu harcamalarına karışırken, Dünya Bankası ise yatırımlarınıza karışıyor. Neye yatırım yapıp yapmayacağınıza adeta Dünya Bankası karar veriyor. Verdiği borcun adresini o belirliyor. İşte Sayın Bakan’ın müjde diye duyurduğu haber bundan başka bir şey değil. Üretim merkezli bir ekonomi modeli olmadığı müddetçe, denk bütçe yapmak için gereken kararlılık gösterilmediği takdirde küresel finans kurumlarının eline bakar hale geliriz. Müjde diye açıklanan gelişmelerin aslında birer kara haber olduğu gerçeğinden ise başlarımızı kuma gömerek kaçmaya çalışırız. Sonuç olarak şu gerçeği bir kere daha hatırlamakta fayda var; ekonomik bağımsızlık, siyasi bağımsızlığın ön şartıdır. Maharet borç bulmakta değildir. Asıl başarı kendi ayakları üzerinde durabilen bir ekonomik anlayışı hâkim kılmak, zorlu dönemlerden bile etkilenmeyen veya en az etkilenen bir finansal atmosfer inşa etmektir. Sözün burasında şimdi sizlerden eski Yunanistan Başbakanı Papandreu ile eski Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in aşağıdaki fotoğrafına tekrar bakmanızı rica ediyorum. İşte borçlu olmak böyle bir şeydir. Mustafa Kaya