Tüm toplumsal psikologlar, sosyal olmanın, ilişki kurmanın sağlıklı ruh hali göstergesi olduğunu belirtip duruyorlar. Sosyal olmak, bağlanmak demektir. Birileri ile iletişim kurmak demek, kendimizi görünür kılmayı gerektirir. Şeffaflaşmadan, kendinizi ile ilgili sözlü ve davranışsal bilgiler paylaşmadan sosyal olmak imkansızdır. İletişim kurduğumuz anda , başkalarının gözünde nasıl göründüğümüz ve bizim için ne düşündükleri hakkında zihnimize sorular dolmaya başlar. İçimizde bize dışarıdan bakanların ne düşündüğü konusunda hep bir tedirgin edici ürkeklik oluşur. Zihnimiz bir şey daha yapar. Kendini ,çevre ile kıyaslar. İyi olup olmadığını kritik eder. Yeterince iyi miyim?, güzel miyim?, zengin miyim?, bilgili miyim?....vs Bu insanlarda eksiklik duygusunun ve utanç duygusunun besleyici unsurudur. Bir çok insan bu eksiklik duygusundan kurtulmak için sosyal yalıtıma başvuruyor. Kendilerini ve çevrelerini kandırarak, diğer insanları suçlayan yansıtmalar ile bunu yapıyorlar üstelik. Birçok yalnızlığın arkasında büyük yetersizlik duyguları ve utanç kaçışları gizli olabiliyor. Sosyal hayat bizi diğer canlı türlerine göre güçlü ve hakim yapar iken. Psikolojik bedelleri de oluyor. İnsanlar bu kıyaslama, değersizlik hissi ve utanç ile kırılgan bir ruh haline evrilebiliyorlar. Bu zihin paradigmasından nasıl kurtulabiliriz? Şüphesiz matematiksel bir formülü yok. Düşünsel yeni bir zihin algoritması kurmak ve bunu pratiğe dökmek gerekiyor. İlk yapılması gereken. İçimizi ve düşüncelerimizi paylaşma cesareti göstermek. Kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek ve bunu paylaşmaya cesaret etmek bizi görünür kılmaya yarıyor. Çünkü sevdiklerimiz ile kendimizi paylaştığımız oranda bağlılık gelişiyor. Bağlılık ile de sevgi gelişiyor. Mükemmel görünme hastalığı olanların , kendileri ile ilgili paylaşım yapmaları zordur. Her paylaşım bizim eksik ve zayıf yönlerimizi açığa çıkarma riski taşıyor. Kendini yüksek misyonların, kusursuz şahsiyeti görenlerin en korktukları şey, insanlar tarafından kusurlu ve sıradan görünme ihtimalleridir. Kusurlu olmayı kucaklayan bir zihin için diğerleri tarafından yargılanma korkusu azalacaktır. Utanç duyma, kusurlu olma korkusu ve gerisindeki değersizlik hissi bizleri toplumsal olarak kırılgan bir varlığa çevirebiliyor. Tüm kırgınlıkların arkasında, yüksek beklentiler olabilir. Bunu yaratıcı bir neşe ve ait olma duygusu ile yenmek için , kendimize ve çevremize olduğumuz gibi görünme cesareti göstermeliyiz. Her insan kendisi dışındaki insanlar hakkında kurgusal bir yargı oluşturur. Diğerlerini daha mutlu, daha bilgili, daha iyi, daha güzel zannetmek aslında zihinsel bir kurgudan ibarettir. Aslında kimse mükemmel bir hayat ve kişilik yaşamıyor. Hepimiz kusurlu, eksik ve sorunlu bir hayatın amatör öğrencileriyiz. Bazılarının iyi rol yapıyor olması, bazı saf zihinlerde gerçek algılanıyor olabilir. Mükemmel insan olmak, mükemmel çocuk yetiştirmek, dindar olmak, çalışan olmak, eş olmak, arkadaş olmak…vs isteği; gerçek deneyimlenen yaşamın en büyük düşmanı görünüyor. Ulaşamayacağımız hedefler, yapacaklarımızı mahveden bir seraba dönüşebilirler. Başkaları ile kendimizi kıyaslamak ılımlı dozlarda verimliliğimizi attırır iken , abartılı dozlarda aşağılık kompleksimizi, utanç ve haset duygularımız tetikleyebilir. Mevlana nın “ ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” tavsiyesini dini bir samimiyetin ötesinde, hayatın bütününde kendin olma ve çevre ile barışık yaşamanın kibar bir ilkesi kabul etmek makul görünüyor. Gerçek bizi özgür kılar. Ne kadar kendimizi gizlemiş isek. O kadar gizlediklerimizin esiri olur ruhumuz. Söylediğim kaba bir doğallık değil tabi ki, nahif bir samimiyet ile kendini görünür kılmaktan bahsediyorum. Dr. Ahmet BULUT