13 Nisan 1975 sabahı bir süredir gerginliğin sürdüğü Lübnan'ın başkenti Beyrut'ta kimliği belirsiz silahlı kişiler, bir aracın içinden Doğu Beyrut'un Ain el-Rummaneh banliyösündeki bir kiliseyi tarayarak aralarında iki Maruni Falanjist'in de bulunduğu dört kişiyi öldürdü. Bu duruma hiddetlenen Falanjistler, geniş bir değerlendirme olmaksızın faturayı İsrail zulmünden kaçan Filistinlilere kesti. Kilise saldırısından saatler sonra Lübnanlı Hıristiyanların askeri oluşumu Falanjistler, Ayn el-Rummaneh'te seyahat eden 30 sivil Filistinliyi katletti. Bu "Otobüs Katliamına" tepki olarak şehir çapında çatışmalar patlak verdi ve 1991 yılına kadar devam eden, 150 bin insanın ölümüne yol açan “Lübnan İç Savaşı” başladı. Savaşın başlamasının ardından Lübnan'da ekonomik hayat çöktü, turizm merkezi olan sahiller boşaldı. Yabancı iş adamları Beyrut'u terk etti. Ekonomik sistemin büyük yara almasının ardından Lübnan'ın zengin kesimleri de ülkeden ayrılmaya başladı. 1982 yılında İsrail'in Beyrut'u işgal etmesiyle bu göç daha da hızlandı. Lübnan'ın zenginlerinin büyük bölümünü oluşturan Hristiyan nüfusun bir kısmı Fransa başta olmak üzere Avrupa'ya dağılırken, büyük bölümü ise Güney Kıbrıs'a gitti. Hem coğrafi, hem kültürel yakınlık Lübnanlıları Ada’ya, buraya itmişti. Net rakamlar elimizde olmasa da 10 binlerce Lübnanlının iç savaş yıllarında Kıbrıs'a göç ettiğine dair kanaatler ortaya konuldu, değerlendirmeler yapıldı. Bu göç sebebiyle maalesef olumsuz süreçler de yaşandı. Kendisini "Arap" olarak değil de Fenikelilerin torunu olarak gören Falanjist kesimin sempatizanları burada "Lübnan'ı Araplardan kurtarmak için" Siyonist lobilerle iş birliğine gitti. Hatta Falanjist milisler 1982 yılında on binlerce Filistinlinin şehit edildiği Sabra ve Şatilla katliamlarında İsrail ordusuna açıktan destek verdi. Falanjistlerle İsrail'in anlaşmasına göre Müslüman-Arap kesimi Lübnan'dan katliamlar yoluyla çıkarılacak, ardından sadece Hristiyanların yaşadığı, egemen olduğu bir Lübnan kurulacaktı. Ancak Falanjistlerin bu planı tutmadı. Lübnan halkının işgale karşı direnişi bu planı bozdu. Lübnan üzerindeki plan bozulsa da Güney Kıbrıs'a olan ilgi hiçbir zaman azalmadı. Güney Kıbrıs yönetiminin İsrail'le yakınlaşmasıyla Falanjist çevreleri de aşan bir ittifak oluştu. ABD ve İngiltere'nin desteğiyle İsrail Hava Kuvvetleri Güney Kıbrıs'ı adeta bir üs haline getirdi. İsrail savaş jetleri "havada yakıt ikmali" yeteneğini Kıbrıs tatbikatlarında öğrendi. 7 Ekim'den sonra İsrail'e silah taşıyan Fransız, İngiliz ve ABD gemi ve uçakları Güney Kıbrıs'tan kalktı. Bölge ülkeleri bu kanlı ittifaka sessiz kalırken geçtiğimiz günlerde Lübnan-Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, ilk kez açık bir şekilde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ni hedef aldı ve "İsrail'e destek verirseniz vururuz" dedi. Bu durum üzerine panikleyen Rum Dışişleri Bakanı hemen telefona sarılıp "bizim bir dahlimiz yok" dese de bu açıklama gerçekleri değiştirmeye, Lübnanlıları ikna etmeye yeterli olmadı. Olaylara biraz daha geniş baktığımız zaman Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin neden on yıllardır ambargoya maruz kaldığı, hukuki olarak tanınmadığı, Güney Kıbrıs'ın ise başının sürekli okşandığı, hatta ödül olarak Avrupa Birliği'ne alındığı, "Annan Planı" gibi süreçlerle Kıbrıs'ın neden tamamen Rumlaştırılmaya çalışıldığı daha iyi anlaşılıyor. Gelişmelerin arkasında Falanjist-Rum-İsrail ittifakından başlayıp, ABD-İsrail-Rum-İngiliz ittifakına dönüşen kanlı bir plan var. Akdeniz’e en uzun kara sınırı olan Türkiye’nin bu gelişmeleri uzaktan izlemesi kabul edilebilir değildir. Son NAVTEX ilanını 2021 yılı sonunda yapan bir Türkiye’nin sanki olup bitenlere karşı sessiz kaldığına dair bir algı oluşmaya başladı. Tam da şimdi, hem de bu süreçte farklı ve Türkiye’nin etkisini hissettirecek adımlara ihtiyaç var. Avrupa Birliği’ne hitaben “madem siz 2004 - Annan Referandumu sonrası Güney Kıbrıs’ı ödüllendirir gibi AB üyesi yaptınız, biz de Kuzey Kıbrıs'ı Kıbrıs Türk Devleti olarak tanıyoruz” diye bir çıkış için en uygun zaman bugündür. Bu ilan Türkiye’yi dikkate almayarak kirli ittifaklar içine girenlerin yeniden bir analiz yapmasını beraberinde getirecektir. Bu çıkış dış politikada yaşanan diğer gelişmelerde de Türkiye’nin elini güçlendirecektir. Madem Akdeniz’de oyun kuramıyoruz, hiç değilse kurulan oyunları bozalım. Mustafa Kaya