Türkiye’de özellikle bu iktidar döneminde algıların olguların önüne geçtiğine çokça şahit olduk. Ortaya çıkan bir gelişmeyle ilgili, sonu belli olan filmin algılarla oynanması sonucu çok farklı takdim edildiğini ve başarısızlığın başarı olarak ilan edildiğini gördük. Birbirine taban tabana zıt konuların aynı özgüven(!) ve şevkle(!) savunulduğuna dair örneklere muhatap olduk. İktidar yaşadığı kafa karışıklığını ve yaptığı ani karar değişikliklerini olağan bir güncelleme olarak gösterirken, bu süreçlerde ülkenin düştüğü, düşürüldüğü tuzakların da gözlerden ırak tutulmasına sebep oldu. En başta sığınmacılar konusu mesela. Bir ülkenin göçmen, sığınmacı kabul etme kapasitesi dünya standartlarına göre yüzde 5’tir. İslami anlayışa göre de bu tür durumlarda “istiap haddi-taşıma kapasitesi” belirleyicidir ama gelin görün ki, bugün Türkiye’de bu oran yüzde 10’lara yaklaşmış durumdadır. Bu dönemin en büyük sosyal tehdidinin küresel güçlerin demografik yapılarla oynama planları olduğunu göremezseniz ülkenizin güvenliğini tehditlerden koruyamazsınız. Savaşların artık insan hareketliliği üzerinden, yer değiştirmelerle kurgulandığı gerçeğinden haberiniz yoksa ortaya çıkan sonucu “Ensar-Muhacir” söylemi üzerinden takdim eder, insanları susturur ama sonucu değiştiremezsiniz. Kaldı ki bu yaklaşımla beraber en fazla zararı “Ensar-Muhacir” anlayışına vermiş olursunuz. Son olarak daha çok yeni İngiltere ile imzalanan göçmen anlaşması da süregiden endişenin tescil edilmesine dönüştü. Bunca yaşanan tecrübeye rağmen serbest ticaret anlaşmasını gösterip, göçmen anlaşmasını gizlemeye çalışmak bu iktidarın yapabileceği tarzdan bir adımdı ve yaptılar. İktidar yetkilileri içinde bile İngiltere ile yapılan göçmen anlaşmasını yeni duyanlar olmuştur. Anlaşmanın içeriği nedir, kimse bu detaylardan haberdar değil. Ne bakanlık ne de bir başka merci altına imza konulan koşullarla ilgili bir açıklama yapma ihtiyacı hissetmiyor. Acaba bu anlaşmanın detaylarında ne var diye yabancı basını takip etmek zorunda kalmak ne kadar acı değil mi? İnsan böyle bir anlaşmanın altına imza koymak için mutlaka makul bir gerekçe olmalı diye düşünüyor ama bilgi sahibi olmadığı için düşünmekten öte gidemiyor. Kanuni Sultan Süleyman’a atfedilen bir olay vardır. “Fransızlar borç istiyor ne yapalım?” diye kendisine soru arz eden vezirine; “Ver paşa ver. Borç alan emir alır” dediği anlatılır. İnsan şimdi sormadan edemiyor. Acaba Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik darboğazdan dolayı İngilizlerle finansal kaynak pazarlıkları yapılırken, bu anlaşma bir şart olarak masaya sürülmüş müdür? 2017’den sonra “Kıbrıs’ta iki devletli çözüm” anlayışına geri dönen bu iktidar acaba, adanın garantörlerinden biri olan İngiltere ile bu konuyu tekrar tartışmaya açmış mıdır? Şeytanın sağdan yaklaşması hikâyesinde olduğu gibi Brexit kararıyla birlikte Avrupa Birliği ile yollarını ayıran İngiltere’nin AB’den yaklaşım olarak farklı davranacağına dair ölümcül bir kanaat oluşmuş mudur? İngiltere iyi çevresi kötü gibi bir anlayışa teslim olunmuş mudur? Seçimlerden önce yedi düvele karşı mücadele ettiğini iddia eden iktidarın bugün Batı dünyası ile can ciğer kuzu sarması olmasını sadece reel politik diyerek geçiştirilebilir mi? Bütün bu olup bitenlerin Türkiye’nin geleceğine nasıl etki edeceğini, hangi tortuları bırakacağını görmek için felaket tellalı ithamlarına teslim olmak ülke için bir kayıp olmaz mı? Bu soruları daha da çoğaltmak mümkün. Ancak cevaplarını bulmak maalesef şimdilik mümkün görünmüyor. Ülke yönetiminde tabi ki hatalar olur. Bazen bu hataların ağır sonuçları da olabilir ancak deneme-yanılma siyaseti bir ülke için kalıcı bir anlayış haline geldiyse, işte orada artık ortaya çıkan maliyetler taşınamaz noktaya doğru hızla gidiyor demektir.