Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Soğuk Savaş’ın bitişi, uluslararası ilişkilerde de yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Soğuk Savaş sonrası iki kutuplu dünya tasavvuru son bulmuş, yeni kutupların oluşmasıyla birlikte güç dengeleri değişmiş, 20. yüzyıla nazaran çok daha homojen olarak nitelendirilebilecek yeni denge politikaları oluşmuş, farklı kutuplar arasında etkileşimler yükselmiştir. Gelişen tüm bu dengeler, sosyoekonomik politikalar, yeni ticaret rotaları ve kültürel değişimler Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ekseninde şekillenmiş olsa da ABD’nin güç kaybı tartışması hiçbir zaman bitmedi ve halen tazeliğini koruyor. Günümüzde yeni kutuplar ve güç eksenleri denildiğinde ise akla ilk gelen Çin oluyor. 80’li yıllarda dışa dönük ekonomi programı, askeri büyümesi ve dış politika reformu sonrası İngiliz baronlarının da dikkatini çekerek büyük yatırımlar alan Çin; günümüzde göz ardı edilemeyecek güçlerden biri haline geldi. Çin’in bu yükselişi hiçbir zaman bölgesel bir güç çabası olarak değerlendirilmediği gibi global ölçekteki adımları da dikkatleri üzerine çekti.Ticari ilişkilerini sürekli geliştirdi ve böylece dünyada göz ardı edilemeyecek bir ticari güç haline geldi. Bugün geldiğimiz noktada ise dünyanın en büyük ikinci ekonomisi konumundaki Çin’in Ortadoğu’daki karmaşada dengeleri lehine değiştirmek ve en büyük enerji ithalat bölgesinde kendi dengelerini oluşturmak istediğinisöylemek hiç de güç değil. ABD eksenli güç dengesinde kendi dengelerini kuran ve alternatif güçleri destekleyen Çin, Suriye’de Rusya-Esad-İran üçlüsüyle stratejik ortaklık kurarken, Afganistan’da Taliban hükumetiyle en yakın ilişkileri kuran devletlerden birisi oldu. Yine “Bir Kuşak Bir Yol” projeleriyle alt ve üst yollar, bölgesel ve global çapta yeni ortaklıklar kurmayı hedefliyor. Bu bağlamda Çin’in, bölgede siyasi ve ekonomik ortaklıklarını oportünist ve pragmatik bir yaklaşımla her geçen gün büyüttüğü, ABD-İsrail koalisyonu karşısında kendi dengelerini kurma eğilimiyle diplomasisini şekillendirmeye çalıştığı açıktır. Son dönemde ise diplomasideki adımları incelendiğinde ticaret rotasını ve enerji ithalat bölgesini güvende tutma amacıyla -siyasi ve ekonomik çıkarları sebebiyle- Asya-Pasifik-Körfez-Ortadoğu koridorlarında aktif olmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Çin, bölgede farklı güçleri de bu bağlamda bir araya getiriyor. Öyle ki Suudi Arabistan’ın devrim sonrası İran ile ilişkileri inişli çıkışlı olmuştur. Zaman zaman normalleşme sinyalleri verilse de bu iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler sürekli gerilim halinde seyretmiştir. Hatta yedi yıl boyunca diplomatik temasları tamamıyla durduran Suudi Arabistan ve İran, geçtiğimiz yıl Çin öncülüğünde bir araya gelerek diplomatik ilişkilerini güçlendirerek ortak deniz güvenliği ittifakı çerçevesinde yeniden normalleşme sürecine girdi. İran Deniz Kuvvetleri Komutanı Şehram İrani; İran, Suudi Arabistan, BAE, Katar, Bahreyn, Irak, Hindistan ve Pakistan’ın, Hint Okyanusu’nun kuzeyinde güvenliği sağlamak üzere bir araya geldiğini açıklamıştı. Böylece ABD’nin dünya genelindeki güç kaybı tartışmalarına bir yenisi daha eklenmiş oldu. Öyle ki ittifakın açıklaması Tahran’dan yapılırken, “Güvenliği ancak bölge ülkeleri sağlayabilir” mesajı verildi. Süreç, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) ticari gemilerin güvenliği için kurulan ABD destekli görev gücünden ayrılmasıyla eş zamanlı yürütüldü. Tahran’dan bu açıklamalar yapılırken Suudi Arabistan veliaht prensi Muhammed Bin Selman’ın ise Cidde’de görüştüğü isim ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’dı. Bu görüşmeden çıkan sonuç,Suudi Arabistan için kendi çıkarlarının öncelik olduğu ve bölgede Çin öncülüğünde yönetilen sürecin S. Arabistan çıkarlarıyla örtüştüğüydü. Yani Çin bölgedeki planını “kazan-kazan” ilişkisine dayandırdığını iddia ediyor. Özellikle bölge ülkeleri açısından Çin alternatifi, yalnızca yeni ticaret yolları anlaşmaları ve düşük maliyetli ithalattan ibaret değil. Dışa dönük ekonomi reformu sonrası yılda ortalama %9 gibi büyük bir oranda büyüyen Çin için öncelik enerji politikaları. Bugün düşük maliyetli ürün ve hizmet ihracatında dünyanın sayılı güçleri arasında olsa da bu büyümede enerjinin rolü es geçilebilir değil. Çin, 1993 yılından günümüze “günde milyon varil” talebiyle dünyanın en büyük petrol ithalatçıları arasında yer alıyor. Bu da petrol üreticisi körfez ülkeleri için vazgeçilemeyecek bir pazar anlamına geliyor. Dolayısıyla ABD’nin taraf öncelikli politikasının sürdürülebilirliği zaten tartışma konusuyken, hızla büyüyen Çin’in kazan-kazan politikası bölge ülkeleri için iyi bir alternatif konumunda. Çin’in Ortadoğu projeleri ekseninde dikkat çeken bir diğer konu ise Filistin meselesi. Geçtiğimiz dönemde Mahmud Abbas yönetimi ile görüşmeler gerçekleştiren Çin devlet başkanı Şi Cinping, BM tarafından tanınan bağımsız Filistin’i desteklediğini duyurmuştu. Aslına bakarsanız Çin’in Filistin’e desteği yeni bir konu değil. Bu meselenin arka planında Mao’nun 1948’deki İsrail tanımı yatıyor. Mao, o yıllarda İsrail’i, “Tıpkı Tayvan gibi, Batı destekli siyasi varlık” olarak tanımlamıştı. Yani Çin’e göre İsrail, bir numaralı düşmanın ve rakibin bölgedeki üssüydü. Ancak yazımızın başında da bahsettiğimiz dış politika reformu ve siyasi pragmatizm etkisiyle İsrail ile bağlarını normal seviyelerde tuttu. Geçtiğimiz günlerde Çin’in Ortadoğu politikasında bir gelişme daha yaşandı. HAMAS dahil Filistinli 14 direniş grubunun, Çin’in başkenti Pekin’de bir araya gelerek İsrail’e karşı birlik oluşturduğu ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) öncülüğünde geçici bir koalisyon hükümeti oluşturulacağı Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi tarafından duyuruldu. Birçok açıdan farklı yorumlanabilecek bu adımın tek bir sebebi olduğunu söylemek mümkün değil. Öncelikli sebeplerden birinin ABD-İsrail koalisyonunun gücünü kırmak olduğunu zaten biliyoruz. Ancak bu meseleyi değerlendirirken İsrail’in Gazze saldırıları altında yatan ticari nedenleri de anlamak gerekir. İsrail’in, Filistinlilere ait olan Gazze şeridindeki doğalgaz yataklarına erişimi ve Ben Gurion adında yeni bir kanalla ticaret rotası hedefini Benyamin Netanyahu aylar öncesinde açıklamıştı. Çin ise attığı bu adımla İsrail’in bölgedeki ABD destekli çalışmalarına alternatifler üretmeye çalışıyor. Böylece ABD-İsrail kontrolünde yeni bir rota oluşumunun önüne geçerken Gazze şeridinin enerji yataklarının da tamamen İsrail’e kalmasını engellemek istiyor. Bununla birlikte Ben Gurion Kanal Projesi’yle Akdeniz’deki etki gücü artacak bir İsrail’in, bölge istikrarı ve kendisinin enerji tedariki için en büyük tehdit olduğunu da biliyor. Çin’in bu yaklaşımının siyasi sebepleri de elbette var. ABD karşısında en büyük güç olarak gösterilen Çin’in, Ortadoğu ve Körfez’deki faaliyetlerinden söz etmiştik. Bölgedeki barış süreçlerine öncülük etmesi siyaseten de Çin’in elini ABD karşısında güçlendiriyor. Bugün Filistin’deki gruplara vereceği destekle direnişi birleştirmeyi amaçlayan Çin’in amacının ilerleyen yıllarda Avrupa-ABD ekseni karşısında küresel güneye önderlik olduğunu söylemek mümkün. Bu bağlamda ABD-İsrail koalisyonunun ve yeni bir denge kurma çabasındaki Çin’in atacağı adımları göreceğiz. Ancak bölge ülkelerinin yeni dengelere açıklığı da belirleyici olacaktır. Ancak sonuç her ne olursa olsun, her iki güç odağı karşısında alternatif birliktelikler oluşturulmak zorunda. Asıl gerçek şudur; bölgede barış ancak bölge ülkelerinin kendi sorunlarını kendi aralarından konuşmalarıyla ve birlikte hareket etmeleriyle sağlanabilir. Mustafa Kaya