Türkiye neden "yaşlanıyor?"

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2023 yılına ilişkin doğum verilerini açıkladı. TÜİK'e göre doğum oranları tarihte ilk kez kritik eşiğin altına geriledi; 2023 yılında dünyaya gelen canlı bebek sayısı 958 bin 408 olurken; bebeklerin yüzde 51.3’ü erkek, yüzde 48.7’si kız oldu.
Bir kadının doğurgan olduğu dönem olan 15-49 yaş grubunda doğurabileceği ortalama çocuk sayısını ifade eden toplam doğurganlık hızı yıllara göre hızla düşmeye devam ediyor.
2001 yılında 2.38 çocuk olan toplam doğurganlık hızı, 2023’te 1.51 çocuk olarak gerçekleşti. Bu durum, doğurganlığın nüfusun yenilenme düzeyi olan 2.10’un altında kaldığını ortaya koydu. Yani sonuç çok açık: Yaşlanıyoruz. Her zaman ifade ettiğimiz "genç nüfus" hazinemiz azalıyor. Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü (OECD) verilerine göre Türkiye'de yaşlı nüfus %10 sınırına geldi. Bu da artık Türkiye'nin genç nüfusa sahip ülkeler kategorisine girmediğini gösteriyor.
Üstelik Türkiye'de geç anne olma yani geç evlenme sorunu da var. Yine TÜİK'in rakamlarına baktığımızda 2001 yılında en yüksek doğurganlık hızı binde 144 ile 20-24 yaş grubunda iken; 2023 yılında binde 101 ile 25-29 yaş grubunda görüldü. Bu durum doğurganlığın kadının daha ileri yaşlarında gerçekleştiğini gösterdi.
Doğumlarını 2001 yılında gerçekleştiren annelerin ortalama yaşı 26.7 iken; 2023 yılında 29.2 oldu. İlk doğumunu 2023 yılında gerçekleştiren annelerin ortalama yaşı ise 27 oldu.
Peki, bu sorunların temelinde ne yatıyor?
Milletimiz çocuk sevmekten mi vazgeçti, yoksa çocuğuna arzu ettiği gibi bir gelecek veremeyeceğinin kaygısını mı yaşamaya başladı?
Üstelik doğum oranları sadece Türkiye'de düşmüyor. Ekonomik durumu Türkiye'den daha iyi durumda olan gelişmiş ülkelerin hepsinde doğum oranlar 0.7-1 bandında, sadece İsrail hariç! İsrail'de doğum oranları nüfusun yaşlanma oranından daha hızlı büyüyor. Belli ki Siyonist ideoloji çeşitli sosyal ve siyasal süreçlerle dünya nüfusunu azaltarak kontrol etmeyi planlarken, İsrail içinde ise tam tersi bir strateji uyguluyor. Hatta Çin bile "tek çocuk" politikasından çoktan vazgeçti. Pekin artık ailelere "3 çocuk" teşvikinde bulunuyor. Doğum oranlarının çakıldığı Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkeleri ekonomik teşvikler ve doğum izinleri veriyor.
Kendisine açılan 4 davadan birindeki 34 suçlamanın tamamından suçlu bulunan, hakkındaki hüküm 11 Temmuz’da açıklanacak olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) eski başkanı, yargı tehdidine rağmen yine potansiyel aday olan Donald Trump da vaatleri arasına doğum hızını artırmakla ilgili ekonomik müjdeler ekledi. Fakat tarihi gerçekler bunların yeterli olmadığını gösteriyor. 1980'li yıllarda Danimarka, İsveç ve Norveç doğurganlık oranlarını artırmak için genç ve orta gelirli ailelere ekonomik teşvikler ve uzun süreli doğum izni vermeye başlamıştı. Ancak bu politikalar küçük bir atılıma sebep olsa da genel duruma pek tesir edemedi.
Demek ki mesele büyük oranda ekonomik olsa da sorunu sadece ekonomik gerekçelerle açıklamak yeterli değil. Araştırmalar bu durumun çok sayıda karmaşık sebebi olduğunu gösteriyor.
Türkiye olarak ne yapmalıyız?
Türkiye'nin yukarıda saydığım tüm ülkelerden bir farkı var: ülkemizde çocuk doğurma isteği var ancak annelerin önünde psikolojik, sosyolojik ve ekonomik bazı engeller var.
Türkiye Aile Yapısı Araştırması verisi üzerinden yapılan bir analize göre doğurgan çağlarının sonuna yaklaşan 40-49 yaş grubundaki kadınların yaklaşık %45'i istediklerinden az sayıda çocuk sahibi olduklarını söyledikleri ortaya çıkmıştı. Bu oran üniversite mezunu, sosyal güvenceli bir işte çalışan kadınlarda yüzde 60’lar seviyesine kadar ulaşıyor.
Üstelik bu kadınların önemli bir kısmı ekonomik kaygılar yüzünden çocuk sahibi olamıyor.
İşte bu nedenle ekonomik teşvikler mutlaka artırılmalıdır. Doğum izni süreleri uzatılmalıdır. Bebeklerin bakım masraflarının en az yarısı devlet tarafından karşılanmalıdır. Kreşlerin ve okulların sayısı çoğaltılmalı, kalitesi desteklenmeli ve maliyetler mutlaka düşürülmelidir.
Ayrıca bir de Türkiye’nin sezaryen doğum diye bir sorunu var. Yüzde 60’lara yaklaşan sezaryenle doğum oranı, nüfusun artış hızını olumsuz etkileyen bir diğer tehdit olarak gündemdeki yerini koruyor. Sezaryenle doğumu tercih etmenin merkezinde korku var ve maalesef bu korkuyu bertaraf edecek tarzda uygulamalardan da mahrum bir sağlık sistemiyle muhatabız. Özellikle devlet hastanelerinde, normal doğum sürecinin uzun olmasına gösterilemeyen sabrın anne adaylarını özel hastanelerde sezaryene yönlendirdiğine dair iddiaları yetkililer mutlaka araştırmalıdır. Dünyadaki örnekleriyle kıyaslanmayacak derecede önde olan bu oran için gerekli incelemeler bir an önce başlatılmalıdır.
Bunun yanında sosyal alanda birçok adımlar atılmalı, genç evlilikler faizsiz kredi destekleriyle kolaylaştırılmalıdır. Son yıllarda çok fazla artış gösteren boşanmalar konusu ciddi olarak tartışılmalıdır. Daha bir yılını doldurmadan ayrılma yoluna giden gençlerin neden böyle bir sona geldikleri konusu herkesin üzerinde kafa yorması gereken bir meseledir.
Tabi ki her şeyin temelinde ekonomik gerekçeler yok. Bireyselleşme yaklaşımındaki artış, tüketim kültürünün herkesi kuşatması, kapitalizmin özendirdiği bencil yaşam biçimi, aile değerlerini hedef alan, altüst eden, aileyi itibarsızlaştıran TV programları ülkemizin geleceğini tehdit ediyor. Bazı TV dizilerindeki ilişki modelleri bilinçaltına aile sorumluluğunun yükünden(!) kurtulmayı bir başarı gibi sunuyor. Mayıs ayı sonunda bir toplantı için bulunduğum Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da bebek arabalarının çokluğu dikkatimi çekmişti. Bebeklerini gezdiren genç çiftlerin sayısı beklemediğim ölçüde fazlaydı. Bulgaristan muhtemelen aile destek paketleri üzerinde önemli çalışmalar yapıyor.
Doğum oranındaki düşüş, nüfusun kendisini yenileme hızından geriye gidiş Türkiye için tam anlamıyla bir beka sorunudur. Bu mesele uzun soluklu bir planlama ile masaya yatırılmalıdır.
Türkiye güçlü manevi iklimine sahip çıkmalıdır. Bu toprakların maddi-manevi mirası mutlaka genç nesillere aktarılmalıdır. Bizi biz yapan özelliklerimizi koruyabilirsek genç nesillere de sahip çıkmış oluruz. Büyük ülke olmanın yolu nüfusu zinde olmaktan geçer. Nüfusun zindeliği ise aile kurumunu iç ve dış tehditlere karşı güçlü kılmakla mümkün hale gelir. Bugün yüksek gibi görünen teşvikler verilmez, konu üzerinde ciddi çalışmalar yapılmaz, bütün boyutlarıyla sorunun her türlü sebepleri ortadan kaldırılmazsa, yarın bu maliyetlerin on katı da harcansa, önemli olduğu düşünülen kararlar da alınsa geç kalınmış olacaktır.
Rahmetli babamın hiç unutmadığım, sürekli kullandığı bir atasözü vardı; “at bulunur meydan bulunmaz, meydan bulunur at bulunmaz.”
Mustafa Kaya