Tarihin Sonu mu, İnsanlığın Sonu mu?

Batı medeniyetinin, liberal kapitalist sistemin insanlığın ulaşabileceği son merhale olduğuna dair yorumlar Sovyetler Birliği’nin (SSCB) tarih sahnesinden çekilmesinin ardından zafer sarhoşluğu içinde Batılı düşünürler tarafından dile getirilen bir tezdi. Bu bakışa göre insanlığın ulaşabileceği başka bir noktanın olması mümkün değildi. Gelişmiş ülkelerin çoğunluğu da yine bu Batılı ülkeler olduğuna göre diğerlerine “kendinizi yormayın, boşuna uğraşmayın, bizim çizdiğimiz sınırlarda yaşamaya çalışın” mesajı veriliyordu. Onlardan bazılarına göre ortada “medeniyetler çatışması” vardı. Bu savaş iyiler ve kötüler yani barbarlar arasındaydı. Onlar ise seçilmiş insanlardı. Her şeyin en iyisine layık olan onlardı. İnsanlığa yaptıkları büyük hizmetler(?) zaten ortadaydı. Onları motive eden şeyin insanlığın ortak değerleri olduğunu iddia ediyorlardı ama bir süre sonra “Haçlı Seferleri” sözü dillerinden dökülüyor, Irak ve Afganistan’ı işgal edebiliyorlardı. Daha sonra oralarda iddia ettikleri gibi kitle imha silahları bulunamayınca da “pişman değilim” açıklamalarını yapabiliyorlardı. Yani dini gerekçelerinin bu noktadaki en önemli motivasyon aracı olduğuna dair kanaatlerini ortaya dökmekte bir beis görmüyorlardı.
Geçtiğimiz hafta sonundan itibaren Gazze’de yaşananlar da yukarıdaki değerlendirmelerden bağımsız değil. Bu sefer kendilerini insanlığın efendisi olarak görenlerin yılardan beri yaptıkları zulümlerin, işgalin hangi boyutlara ulaşabileceğinin görülmesi adına çok çok acı tecrübeler olarak herkesin gözü önünde cereyan ediyor. Her Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanı göreve gelir gelmez ana görevinin İsrail’i korumak, gözetmek olduğunu söyler. Bu son olayda da bunu uygulamalı olarak gösterdiler. 8 milyar dolar doğrudan yardım, uçak gemilerinin bölgeye gönderilmesi gibi her şeyi yapabileceklerine dair mesajlarını verdiler.
Dün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile ABD’li mevkidaşı Antony Bilinken arasında geçen görüşmeyi aktarırken Blinken’ın, “İsrail’e Yahudi olarak yaklaşıyorum” dediğini belirtmesi ile birlikte malumu bir kere daha öğrenmiş olduk. İslam dünyası dini değerler üzerinden, inanç kökleri boyutuyla Kudüs’e, Mescid-i Aksa’ya yaklaştığında ise bunu itibarsızlaştırmak için sıraya girenler bu açıklamalar karşısında sağır ve dilsizleri oynuyorlar. Olayı tabi ki bir din savaşı olarak takdim etmek onlar tarafından yapılan bu türden açıklamalarla mümkün ama aslında ortada bir din savaşı değil, insanlığa karşı işlenen bir savaş var.
İşgal başladığı günden beri baskı, şiddet, zulmün her türlüsüyle muhatap olan Filistinler onlara göre “ölüyor” ama gel gör ki İsrailliler “öldürülüyorlar.” Böylesine algı operasyonlarının yaşandığı ve göz göre göre kullanıldığı bir ortamda hangi gerçeği, nasıl dünya kamuoyuna aktarabileceksiniz? 17 yıldan beri açık cezaevine çevrilen Gazze’de, kilometre kare başına en fazla insanın düştüğü, İstanbul’un Maltepe ilçesi kadar olan, 2 milyondan fazla insanın yaşadığı, en basit temel insan haklarından mahrum, hatta en temel insan hakkı olan yaşam hakkı sürekli tehdit altındayken yaşama tutunma gayretinin onlar nezdinden bir önemi yoktur. Çünkü işgal rejimine göre onlar “insanımsı hayvanlardır.” Dolayısıyla onlar için sivil, çocuk, kadın, yaşlı diyerek yapılan tasniflerin herhangi bir karşılığı yok.
Bütün bunlar yaşanırken İslam ülkelerinde özellikle Türkiye’de bazı şehir efsaneleri üzerinden, olası tepkileri azaltmayı da ihmal etmiyorlar. Çünkü bu işin bir de psikolojik boyutu var. Öteden beri hep iddia edilen şey Filistinlerin Yahudilere toprak sattıkları için bunların başlarına geldiği söylentisidir. Peki, gerçek bu mudur, hayır değildir.
Filistinlilerin kendi topraklarını Yahudilere sattıkları yalanı ortalıkta fütursuzca dolaştırılıyor ve maalesef müşterisi de böylesine bir ortamda bile oldukça fazla. İşin gerçeği ise 1947 yılında İsrail kurulurken bütün Filistin topraklarında Yahudilere ait toprak oranı sadece yüzde 6,2 (altı nokta iki) olduğudur.
Bir de bazı gerçekleri hatırlamakta fayda var;
BM nezdinde bile sınırları belli olmayan çünkü sürekli işgal ettiği toprakları genişleten bir İsrail var.
Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa’ya saldırıp, ibadet yapmalarını engelleyerek kutsalları hiçe sayan, orayı postallarıyla kirleten bir İsrail var.
Kudüs gibi dünya barışının kilit taşı olan kadim bir şehre yaptıklarıyla sadece İslam dünyasının değil bütün dünyanın barış ve huzurunu tehdit eden bir İsrail var.
Binlerce yıldır yaşadıkları evlerini, beldelerini ellerinden zorla alarak bunları Yahudi yerleşimcilere vermeyi doğal bir şeymiş gibi gören,  hak - hukuk tanımaz bir İsrail var.
Bayram demeden, kandil demeden her kutsal günü özellikle seçerek Gazze’ye bomba yağdıran, oraya ambargo ve abluka uygulamayı normalleştirmeye çalışan, Filistin halkının iradesini yok sayan bir İsrail var.
İşgal edilmiş topraklarda yaşlı demeden, kadın-çocuk demeden herkese terörist yaftası vurarak insanları sokak ortasında katledip bunu da ibadet sayan bir İsrail var.
Bütün bunların karşısında ise katledilen, baskı, şiddet ve zulüm altında direnen, en temel insan haklarından bile mahrum olan, bir asra yaklaşan süreçte yerlerinden, yurtlarından edilen, yaşam hakları ellerinden alınan mazlum Filistin halkı var.
Yani işin özü şudur; Batı medeniyetinin değerleri onların dediği gibi insanlığın ulaşabileceği son noktayı yani tarihin sonunu değil, acımasızlıkta, gaddarlıkta, çifte standartta, zalimlikte, kibirde insanlığın topyekun sonunu getirme girişimidir.
Mustafa KAYA