Son Gündem ve İmam Hatip Okulları

Son Gündem ve İmam Hatip Okulları

Daha iki hafta önce bir psikiyatri uzmanı olan Prof. Dr. Üstün Dökmen’in, “Başörtülü psikolog, başörtülü psikiyatrist, başörtülü PDR uzmanı olması meslek etiğine aykırıdır. Nötr olamazlar” şeklindeki açıklamaları konuşulmuştu. Daha yeni yeni bu açıklama üzerindeki tartışmalar soğumaya terk edilmiş, istisnalar hariç toplumun her kesiminden gereken tepkiler verilmişti. Burada kılık kıyafeti dolayısıyla bir kesim açıkça dışlanmaya maruz bırakılmış ve aslında hem insani, hem de bilimsel olmayan bir tez öne sürülmüştü. Üzerinde araştırmalar yapılmamış ve kıyafetlerinden (hatta bu bağlamda cinsiyetleri, etnik kökenleri veya dinleri gibi farklılıklarından) ötürü nötr olup olmadıkları hakkında tamamen sübjektif ve afaki bir görüş ortaya atılmıştı.

Bu hafta içerisinde yine benzer bir olaya şahit olduk. Bu sefer, Gülşen isimli şarkıcı dört ay kadar önce bir konser sırasında, müzisyenlerden birisinin imam olan lakabı üzerinden kendince şaka olduğunu düşündüğü, önünün sonunun nereye gideceğini bile tam olarak hesap etmediği, espri bile demenin taltif olacağı bir hakaret söyleminde bulunmuştu.

Görüntülerde gitaristine, “İmam hatipte okumuş kendisi, sapıklığı oradan geliyor” diye hitap etmesi elbette tepkisiz kalmayacaktı.

Tarihi 1913 senesinde imam ve hatip yetiştirmek üzere “ıslâh-ı medâris” programı çerçevesinde Medresetü’l-eimme ve’l-hutabâ adıyla açılan öğretim kurumları daha sonra 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kapatılmış, imam-hatip mektebi olarak işlevini devam ettirmiştir.

Böylesine köklü bir eğitim kurumu olan bu okullar yakın tarihimizde hep tartışmaların, polemiklerin ve mücadelelerin öznesi olmuştur. Yeni kurulan bir ülkede modernleşme –daha doğrusu batılılaşma- çabalarının bir uzantısı olarak din eğitimi verilmesi sürekli olarak tartışmalı alan haline dönüşmüştür.

Laiklik anlayışına göre din eğitiminin nasıl verileceği ve muhtevası üzerine bir türlü anlaşma sağlanamamıştır. Laikliğin tamamen dinden uzaklaşma ve dini gündelik hayattan çıkarma şeklinde anlaşılması, dini unsurların kamusal alanda görünürlüğü hususunda da münazaralara sebep olmuştur.

Laik olduğu iddia edilen bir düzende dinlerinin gereklerini yerine getirmek isteyen dindar ve muhafazakâr kesimler için dini eğitim elbette en önemli konuydu. Bu eğitimi veren kurumlar da bu sebeple diğer okullar gibi algılanmayacaktı. İmam-Hatip liseleri asırlık geçmişiyle ve bu ülkenin dini hayatına verdiği yön ile toplumun ayrılmaz bir parçası olmuştur. İnsanlar çocuklarını bu okullara eğitim için gönderseler de göndermeseler de imam hatip okulları toplum nezdinde belirli bir misyonu olan saygın kurumlar olarak görülmüştür. Zaman zaman tamamen kapatılmaları gibi anlamsız tartışmalara ve önlerinin kesilmesi gibi teşebbüslere konu olsa bile imam hatip liseleri bir asırdır varlığını sürdürmektedir.

Toplumun maddi ihtiyaçlarının ötesinde manevi alanlardaki ihtiyaçları da tarihsel olarak medreseler veya bir sivil toplum kuruluşu olarak tasavvufi tekkelerde verilmiştir. Maddi ihtiyaçların karşılanması nasıl önemliyse manevi ihtiyaçların konunun uzmanları tarafından resmi kurumlarda verilmesi de o kadar önemlidir. Dolayısıyla, dini eğitim veren kurumlara karşı çıkmak asla doğru bir yaklaşım değildir. Yaşanan kimi sosyal sorunlar da bunu teyit etmiştir. Zaten etkisiz kılınma, kapatma dâhil bütün çabalara rağmen mevcudiyetlerini korumaya devam etmektedirler.

Bu okullar bir taraftan ebeveynlerin -biraz da kendilerinin yetersiz olduğu düşüncesiyle- çocuklarının dini eğitim almaları amacıyla tercih edilmektedir. Evde kendilerinin dini anlamda gereken eğitimi yeterince veremeyeceklerini düşünen aileler çocuklarını bu okullara göndererek ilk etapta dini davranış ve değerleri öğrenmesini, sonra da maddi alanda kazanç elde edebilecekleri bir mesleği seçmek üzere üniversitelerde farklı alanlara yönelmesini tercih etmektedir. Ülkemizde bazı kesimlerin çok anlayamayacağı bu durum sanki imam hatip liselerinin sadece imam veya diğer din görevlilerini yetiştiren kurumlar olarak görülüp mezunlarının başka alanlara yönelmesine karşı çıkmaktadır. Hâlbuki bu okulların mezunları hem kendileri için gerekli olan değerleri elde etmiş, hem de sonrasında mühendislik gibi başka alanlarda bir meslek edinmiş olmaktadır. Burada ideoloji haline getirilen husus, imam-hatip lisesinde eğitim almış ama toplumda başka roller de üstlenmiş kesimlerin laiklik gibi bahanelerle yıllarca dışlanmasıdır.

Bu dışlanmanın da muhafazakâr kesimlerde tepkiye yol açması gayet doğaldır. Yaşanan gerilimler neticesinde imam hatip liselerinde eğitim alan öğrencilerin ve mezunlarının haksız yere maruz kaldıkları bu ayrımcılık toplumsal bir hassasiyet noktası oluşturmuştur. Dünyanın başka bir ülkesinde belirli bir okuldan mezun olmanın toplumda dışlanmaya sebep olması akla bile gelmezken, her ne kadar pek çok ilerleme sağlanmışsa da hala insanlar okudukları spesifik bir okul dolayısıyla ayrımcılığa uğramaktadır. Eğitim aldığı üniversite ve fakülte yerine yıllar önce mezun olduğu lisenin adı bir iş müracaatında sorulabilmektedir. Şu okul mezunları ajandır, bu okul mezunları sapıktır şeklindeki önyargılar aynı zamanda sorunlu bir ruh halinin yansımasıdır.

Başta bahsettiğimiz konuya tekrar dönecek olursak, ülkenin son bir asırdır içinde bulunduğu hassasiyetler dolayısıyla dikkat edilmesi gereken bir konuda kaba saba, hoyratça ve terbiye sınırlarını aşan bir şekilde sözüm ona şaka yapılmasının kesinlikle kabul edilemeyeceği hakkında toplumun geniş kitleleri hemfikirdir. Şarkıcının kendisi de zaten hatasını anlayarak özür dilemiştir. Ciddi olan konularda espri yapılamayacağı bir kez daha görülmüştür. Sarf edilen sözler hakkında gerekli soruşturmaların açılması ve yaptırımların uygulanması beklenirken, bu safhada takip edilen yol ise abartıldığı gerekçesiyle tepki çekmiştir. Şarkıcının dört ay öncesinde belirli bir ortamda yaptığını iddia ettiği bir “şaka” üzerine gözaltı kararı verilmesi ve daha sonra tutuklanma kararı hem hukukçular arasında hem de bu okulları da önemseyen insanların çoğunluğu arasında kabul görmemiştir.

Özellikle isnat edilen suçun yüzde yüz ispat edilmesi halinde bile hapis cezası almayacağı belli olan bir suç için tutuklama kararının, hukuk ve adalet sistemini sorgulamaya götürmesi oldukça vahimdir. Bu tür durumlar ülkenin gerçek gündemlerini geri plana atmamalıdır. Olması gerekenden fazla üzerinde durulmamalıdır.  Kamplaşmaya katkı yapan tartışmaların bir parçası olunmamalıdır.

Adaletin devletin (mülkün) temeli olduğu prensibi sarsılırsa bu, toplumdaki tüm kesimlerin güvenlerini zedeleyecektir.

Adalet herkese hakkını vermektir. Dün olduğu gibi şayet adalet mekanizması bir başkasına ayar verme aracına dönüşürse, bundan sadece o kesimler değil herkes zarar görür. Adalet herkes için sığınılacak güvenli bir limandır. En zayıfın en güçlüden hakkını kolayca alamayacağı ve adalet sisteminin tamamen siyasi iktidarların kontrolüne geçtiği düşüncesi maazallah toplumun genelinde önlenemez yıkıntı ve hayal kırıklıklarına yol açabilir. Dünkü iktidarlar bu tür uygulamalarla kısa vadede kazanıyoruz zannettiler ama içinde bulundukları rüya uzun sürmedi. Bugün de eğer böyle bir algı ile hareket edenler varsa bilinmelidir ki bu rüya da uzun sürmez. Adaleti her türlü dış müdahaleden bağımsız bir noktaya taşımak hepimizin boynunun borcudur. Gücü eline geçirenlerin ötekine hayatı dar ettiği bir kısır döngünün, bu ülkenin yakın tarihinde açtığı travmaları yaşayanların bir başkasına aynı muamelede bulunması kazananı olmayan bir süreç ve ülke için büyük bir kayıp olacaktır.

Hz. Peygamber’in kadı karşısındaki tutumunu anlatmak, konuşmalarda buna yer vermek elbette önemlidir. Fatih Sultan Mehmet’in adaleti tutup kaldırmak için yaptıklarını bilmek tabi ki değerlidir. Ancak bugün asıl önemli olan bu muhteşem örnekleri kendi hayatımıza yansıtmaktır.

Mustafa KAYA